İNSANLIĞIN GÖLGESİ






Mevsimsiz bir sabaha uyanıyor insanlık, sonra alabildiğince sûkût...
Kasım ayının hüzün demlerinde, buğusu vuruyor camlara yalnızlığın. 
Tesellîden hallîce avutuyoruz umutları, üşüyen bir eli ısıtmaya çalışırcasına.
Ayaklarımız istemsizce yürürken soluksuz caddeleri, ruhumuz gölgelerin gölgesizliğinde çırpınıp duruyor.
İnsan girdiği duygu girdaplarından güçsüz benliği ile çıkmaya çalışırken buluyor kendisini.
Ya da ne zaman geldiğini bilmediği bir şehir bankında, yarınsız mutluluklarını tartmaya çalışırken...
Bakıyor insanlığa; herkes bir anlamsız savaşın ortasında sanki.
Uyandığı hergün geçirdiği diğer günün yerini aratmazken, debelenip duruyor hayatın kıyısında. 
Hergün aynı simitçi yine "- simiit" diye bağırıyor cılız bir sesle...
Vapur aynı, deniz aynı keder aynı...
Gün aynı, insan aynı, geçip giden yüzlerin gölgeleri aynı...
Hüzün taze, umut bayat, hayat acı.
İnsan umarsız bakışlarını ğöğe kaldırdığında martıları ve bulutlara kaptırıyor aklını. 
Sonra bir belirsizlik vurup geçiyor tüm yüzleri; tüm gözler tek bir göz, tüm yüzler tek bir yüz oluyor.
Sahi insan hergün yaşamak zorunda olduğu hayata nasıl sarılıyor avuçları ile sımsıkı.
Gündüzler ve geceler aynı bir döngüde şaşmadan geçerken; insan her sabah ve her gün bir belirsizlik tabusundan düşüyor dünyaya. 
İstemeye istemeye
direne direne.
...
Yorgun ayaklarımın beni getirdiği şu soğuk bankın önünde bir müddet durup hayatı sorgulamaya başlayalı belki de sadece saatler geçmişti. Zamanın çarkından düştüğü için hislerim, saat kavramı kendini ifade etmeyi bırakalı çok olmuştu. Ellerim ceplerimde önümde duran denizi izlemeyi seviyordum. Aslında ben sadece bomboş gözlerle hayatı izlemeye planlanmış bir sessizliktim. Gürültüsü yalnızlık olan bir sessizlik... Akşam oluyordu ve insan akşamüstü sanki daha bir kimsesizleşiyordu. Kalbimde en temiz tuttuğum bir parça umudu, tüm gözlerden ve cam kesiklerinden korumak için kaçmıştım şehrin gürültüsüne. Karıştığımda insan içine, her seferinde bir serzeniş sarıyordu ruhumu. Ben hep gölge olmak isterdim. Hiç bir gözün dokunamadığı hiç bir duygunun hüküm veremediği bir gölge. Nefesim kesilene kadar evimin sokağına kadar koştuğumda can kafesim alev alev yanıyordu. Ben yabancılaşmış bir apartmanın en üst katında oturan bir kayıtsızdım. Yaşama karşı ve zarar veren duygulara kayıtsız. Sevmek gibi, aşk gibi... 
Bir bekleyeni olmayan ve bir beklenilen olamadan dümdüz bir hayatı seçeli sadece seneler olmuştu. En son kırıldığımı bile hatırlamıyordum. Sanki benim kırılmaya hiç hakkım yokmuş gibi, kalbim kırılmayan bir taşmış gibiydi. Oysa ki kalbim kötü çin yapımı porselenler gibi kenarını vurduğunda hemen kırılıyordu. Bahsetmedim bundan karşıma çıkan hiçkimseye. Çünkü kim girdi ise gönül kafesime, kalbimin kenarlarını her seferinde hayata vura vura kırmıştı... Ben yorgunluğu göz bebeklerinden okunan bir hissiz ve alfabesizdim. Bir akşam üstü yaralarını martı sesleri ile sarmaya çalışan ve sarı saçları rüzgara karşı savrulan sessiz kelimeler topluluğuydum. İçimde bir zaman eksilirken duvarları eskimiş evimin kapısından geçtiğimde "hayat bazen sadece yorgun ayaklarının seni evinin kapısına getirdiği düzlüktü" diye düşünmeden edemedim. Hayat bazen akşamüstü yitikliğiydi. Bazen kekremsi bir yalnızlık, bazen ise sadece bir direnişti yaşamaya...

Ben düşerken bir kez daha zamanın kadrajından, uğurladım yüreğimi yaslı bir kalbin canhıraş suskunluğuna. Gece ise örterdi bütün kimliksiz acıların üzerini, sonra ise tavan arası umutları yıldız gibi düşürürdü insanlığın üzerine. Gece aslında, yüzü yaslı aynalara komşu bir ifadesizlikti... Eğer dokunabilseydim bir yıldızın kanadına, binlerce yıldız tozu savruldu sevgili insanlığın kalbine. Kimse yalnızlık ile arkadaş olmazdı. Kalbim eskimiş yıpranmış bir porselen gibi kolayca kırılmazdı belki de. Sonra anladım yıldız tozuna gerek yoktu. İnsan bir yıldız gibi parlayabilir iyilik tozlarını savurabilirdi kendisine yalınayak gelen kalplerin üzerine. Çıplak ayaklarım eskimiş parkelerde garip sesler bırakırken oturdum yalnızlığımı tarttığım, geceler boyu düşünüp durduğum koltuğun kenarına. Karşımdaki aynanın kenarları kalbim gibi yıpranmıştı. Aynadaki belli belirsiz lekelerin arasından yaslı yüzümü aradım. Yine bulamadım orada kendimi. Oysa ki ayna her zaman bir kimlik belirlemişt insanlara. Karşısına geçtiğinde sana bir yüz sunardı. Sabaha uğurlanırken, hafifçe yağan yağmur tanelerinden bir sevgi dilendim. Uyku mahmuru gözlerimi kapatmadan önce içimde çalan şarkıyı ninni belledim kendime ve uzun soluksuz acılarımı astım karanlık evin duvarlarına tablo niyetine...

Acı taze, hayat bayat, umut kimliksizdi.
Gece aynı, zaman sancı, insan ise bir sanrıydı sanki.

Yazının tüm hakları korunmaktadır.