KELİMELERİMİZİN MAHRUMİYETİ





Sevgili dost diye başlıyordu yazar her satırına. "Sevgili dost; halbuki ne kadar uzak insan insana! Kimi zaman konuşarak inşa ediliyor köprü, kimi zaman susarak..." Ne kadar çok susuyoruz değil mi? Geçenlerde hayatıma aldığım insanları sorguluyordum. Kırk yamalı sorgudan geçti kalbim. Her soru ile kalbime yama biçtim ama cevaplarım yine dipsiz kuyulara bırakmaya seçti kendini. Bulamadım cevap sorularıma. Her soru cevapsız kaldıkça ağır bir yük oluyor oysa ki insanın omuzlarına. Sordum kalbime kim senin sevgili dostun? Bu muhteşem iki kelimeyi kime armağan edebildin? Cevap koca bir hiç oysa. Bazen hayatımıza aldığımız insanlar ile ebediyete kadar aynı kalacağımızı sanırız. Halbuki hayatın türlü türlü cilvesi meşhurdur. Çok insan gelip geçer hayatımızdan ve her birine bir şeyimizi feda ederiz. Kimisine kalbimizi... Zaten kalp dünden razıdır kendini feda etmeye. Kimisine aklımızı feda ederiz, kimisine gecelerimizi, kimisine zamanımızı ve kimisine ise sözlerimizi. En kötüsü de bu değil midir zaten. Birine sözlerimizi feda etmek... Sözler ki bizim en kıymetli hazinemizdir. Hazinemizden çalar çalar karşımızdaki kişiye armağan ederiz. Gün gelir çaldığımız o hazine tükenir. Giden gider, kalan kalır ama sözler uçtuğu yerden bir daha geri gelmez. 

Bu bizim en büyük yanılgımızdır ki; sözlerimiz inci değerindeyken başkalarına hunharca feda edip duruyoruz. Karşılığında ise kalpten gelmeyen ve samimiyeti hissedilmeyen kelime topluluğu... "Sahi bir söz insanın neresinden doğar.?" diye soruyor ya şair. Sizce de söz insanın neresinden doğmalı? Benim sözlerim kalbimden doğdu. Ben sözlerimi en hassas terazilerde tarttım ve en hassas duygularım ile armağan ettim. Ama anladım ki karşındaki insanın sözleri yüreğinden doğmuyor ise, insan kendini denizin üzerinde boşuna çırpınan martı gibi hissedebiliyor. Bir söz topluluğu içerisinde debelenip duruyoruz. Şeffaflıktan geçmiyor kelimelerimiz. Dost diyoruz ve dost dediğimiz yedi kat el olabiliyor. Sevda diyoruz, sevdalar bir bir düşüyor uçurumlardan... Sahi neresindeyiz biz yaşamın. Nereye yolcu ediyoruz kelimelerimizi. Kimlere feda ediyoruz ve buna değiyor mu? bunu hiç düşündük mü? Vaktiyle her şeye darılan ve kendini ifade etmeye çalışan küçüklüğüm vardı. Kaybettim onu. Eğer bir gün bulabilirsem şayet o zaman bir güzel uyaracağım onu. Yaşım 15 suları ve zaman ne kadar nankör bir sancı. Kalbin bezgin ve ezilmiş olduğunu o zamanlar çok iyi biliyordum. Hoş şimdi de çok iyi biliyorum ama kamufle etmeyi öğreneli çeyrek asır geçmiş. Herkese kendini izah etmenin sersemliğini bilir misiniz? Ben çok iyi bilirim. Kalbin ne kadar çabuk kırıldığını, içinin nasıl burkulduğunu o kadar iyi bilirim ki. Çok olmuştur onuncu kattan yere çakılmış gibi hissetmelerim. Ama dedim ya, zaman ne kadar nankör bir sancı. Öğrendim! Sesini duymak istemeyene susmayı ve boşa çabalamamayı. Yokmuş, hiç olmamış gibi davranmayı. Herkese dost dememeyi, herkesi cümle kapımdan içeri almamayı. Öyle güzel öğrendim ki, sesini dün duyanın bugün sağır oluşunu. Bu yüzden yazarın dediği gibi; "kelimelerimiz inciydi mahrumiyet rüzgarıyla doldurduk mahfazasını." Bir iyilik yap yüreğine ve kimseye incilerini feda etme. Bir iyilik yap kendine, sükut et ve sağıra sesini süsleme. Bir iyilik yap zamanına, anlamayana anlatmak için vaktini öldürme. Sen kendine bir iyilik yap ki, kimse sana bir kötülük yapamasın. Örselenmiş bir zamanı geride bırakan kalbimden sesleniyorum sevgili insanlık. Kelimelerimiz mahrumiyet rüzgarı ile dolmamalı.